Hüsn-i hat müstakil bir sanat oluşturmakla birlikte, yalnız başına bırakılmamış; tezhib veya ebrû yahut her ikisinin beraberliğiyle hattın bezenmesine dikkat edilmiştir. Siyah olmak üzere, sınırlı birkaç rengin kullanıldığı yazı sanatı, tezhibin yahut ebrû kâğıdının renk katkılarıyla farklı bir câzibe kazanır.
Tezhip (tezhib), kelime olarak altınlamak demekse de, tezyînat (bezeme) mânâsına da kullanılır. Varak altının arapzamkıyla zahmetlice ezilmesinden sonra süzülüp arındırılarak, buna belirli kesafette jelatinli su ilâvesi ve hâsıl olan süspansiyonun husûsî fırçalarıyla kâğıda sürülmesi, bunun yanı sıra muhtelif renklere de yer verilmesi, tezhîbin işlenmesiyle ilgili en kısa tariftir. Yüzyıllar içinde kazanılmış renk ve şekil zenginliğiyle Osmanlı da mükemmel seviyeye XV. asır sonlarında ulaşan tezhipte, klasik anlayışa uygun olarak hendesî, nebâtî ve hayvânî asıllı (bu son ikisinde tabiatı taklid etmeden uslûplaştırılan) motifler, kaidelere bağlı bir biçimle sahasına yerleştirilip işlenmektedir. Bir başka bezeme uslûbu da motiflerin sulu altınla gölgelendirilerek tahrirle belirgin hâle getirilmesidir ki, halkârî adıyla anılır.
Kitreyle kıvamlandırılmış suyun konulduğu bir dikdörtgen teknede su yüzüne yayılması öd suyuyla sağlanan çeşitli toprak boyaların serpilmesi veya onlara ince telle bazı hoş şekiller verilmesiyle oluşan ebrû, suyun üstüne kapatılan kâğıda aynen geçirilir. Kurutulduktan sonra kesilerek istenilen eb adda kullanılabilir.
Hat denilince, Türkler in İslâmiyet i kabul edişlerinden sonra okuma-yazma vasıtası olarak seçtikleri Arap asıllı harflerle vücuda getirilen sanat yazıları anlaşılır. Ancak şunu hemen belirtelim ki, Arap harfleri İslâmiyet in zuhûrundan sonra yavaş yavaş estetik unsurlar kazanarak, bu hâl VIII. yüzyılın ortalarında sür atlenmiş; Türkler in İslâm âleminde oldukları çağda zaten mühim bir sanat dalı hâline gelmişti. Bu sebeple evvela Arap asıllı harflerin bünyesi ve İslâm ın ilk asırlarında gelişmesi hakkında kısa bir bilgi vermek gerekecektir.
Yazı sanatının İslâm kaynaklarında en özlü tarifi hat, cismânî âletlerle meydana getirilen rûhânî bir hendesedir cümlesiyle yapılmıştır ve hat sanatı bu tarife uygun bir anlayış çerçevesinde asırlardır süregelmiştir. Çünkü bu yazı sisteminde harflerin çoğu kelimenin başına, ortasına ve sonuna gelişlerine göre bünye değişikliğine uğrar. Sanat hâline dönüşüyle pek kıvrak bir şekle bürünen harflerin, birbirleriyle bitiştiklerinde kazandıkları görünüş zenginliği, hele aynı kelime veya cümlenin muhtelif terkiplerle yazılabilme imkânı, bu yazılara, sanatta aranılan sonsuzluk ve yenilik kapısını açık tutmuştur.
Arap hattı, muhtelif devrelerde en fazla işlendiği bölgeye nisbetle, İslâm öncesi Anbarî, Hîrî, Mekkî ve Hicret ten sonrada Medenî isimlerini alarak gelişti. İslâm ın kitap hâline getirilen ilk metni olan Kur ân, işte bu Mekkî-Medenî hatla deri (parşömen) üstüne siyah mürekkeple, noktasız ve harekesiz biçimde yazılmıştı ki, bu ilk örneklerde, elbette sanat mülahazası aranılmamıştır. Zamanla bu yazı iki tarza ayrıldı: Sert köşeli olanı mushaflara ve kalıcı yazışmalara tahsis edilerek, en ziyade Kûfe de işlendiği için Kûfî adıyla anılmaya başlandı. Sür atli yazılabilen ve sert köşeli olmayan diğer tarz ise günlük işlerde kullanıldı; yuvarlak ve yumuşak karakterinden dolayı sanat icrâsına uygun bir hâl aldı. Yeni yazı cinslerinin bâzıları, nisbet ifade eden isimlerinden de anlaşılacağı gibi, tomar hattı esas alınarak onun muayyen nisbette (yarım, üçte bir, üçte iki) küçültülmüş kalemiyle yazılıyor, bu küçülmede yazılar yeni husûsiyetler kazanırken, yazma âletinin adı olan kalem bu nisbete dayanılarak hat mânâsına da kullanılıyordu.
Abbasîler devrinde gittikçe gelişen ilim ve sanat hareketleri sayesinde büyük merkezlerde ve bilhassa Bağdad da kitap merakı ve bunları yazarak çoğaltan verrâk lar artmıştı. İşte bunların kitap istinsahında kullandıkları yazıya Verrâkî, Muhakkak veya Irâkî deniliyordu. VIII. asır sonlarından itibaren hat sanatkârlarının güzeli arama gayreti neticesi ölçülü olarak şekillenen yazılar aslî ve mevzûn hat ismiyle de anılmaya başlandı. Bu yazıları ileri bir merhaleye eriştirenler arasında ayrı bir mevkîi olan İbn Mukle(? - 328/940) hattın nizam ve âhengini kaidelere bağladı. Bu yazılara nisbetli yazı mânâsına mensub hattı denildi.
Bu gelişmeler olurken Kûfî hattı da bilhassa mushaf yazılmasında parlak devrini sürüyordu. Yayıldığı nisbette farklılıklar gösteren Kûfî, Şimâlî Afrika ülkelerinde daha yuvarlaklaşarak bilhassa Endülüs te ve Mağrip te Mağrıbî adıyla hükümranlığını korudu.
Daha çok âbidelerde görünen iri Kûfî hattı da, bâzı tezyînî unsurlarla birlikte dekoratif bir mâhiyet kazandı. Mensub hattının yukarıda Verrâkî adıyla geçen ve umûmiyetle kitap istinsahına mahsus olup bu sebeple Neshî de denilen şeklinden XI. asrın başlarında Muhakkak, Reyhânî, ve Nesih hatları doğdu. Bu devrin parlak ismi olan İbnü l-Bevvâb (? - 413/1022), İbn Mukle yolunu değiştirdi ve XIII. asır ortalarına kadar da uslûb sürdü. O zamana kadar düz kesilen kamış kalemin ağzını eğri kesmek de onun buluşudur ve bu hâl yazıya büyük letâfet kazandırmıştır.
Aklâm-ı Sitte nin bütün kaideleriyle hat sanatındaki mevkiini alışıyla yukarıda tanıtılanlar dışında bugüne sadece isimleri kalmış bulunan birçok hat cinsi de unutulmaya terkedilmiş oldu (meselâ; sicillât, dîbac, zenbur, mufattab, harem, lu lui, muallâk, mürsel vb).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder